Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitim görmüş, Paris’te Sinema ve Plastik Sanatlar bölümünü bitirmiş, ödüllü filmler çekmiş yönetmen Reha Erdem’e (d. 1960, İstanbul) Lezgîn Mêrdînî (el-Gezgin) şöyle bir soru yöneltmiş.
“Filmleriniz modern ve seküler yaşamı yansıtan filmler, ama dikkat ettim hemen hemen tüm filmlerinizde ezan sesi var ve çok güzel bir ezan sesi, bunun özel bir sebebi var mıdır sizin için?”
Gülümsemiş ve sonra cevaplamış: “Yani öncelikle sizin kavramlarınızla konuşacak olursak evet modern ve seküler bir hayatta yaşıyoruz ve maalesef bu hayatta Allah’a yer yok. Şöyle ki; bir bankada veya herhangi başka bir işte çalışıyorsunuz ve işveren sizden sekiz saat aralıksız çalışmanızı istiyor. Bu durumda size “öte dünyayı” hatırlatacak bir şeye fırsat bulamıyorsunuz. Oysa ezan sesi, günde beş vakit, bize “hey durun, bunun dışında bir hayat var” diyor. Bizi Allah’a çağırıyor. Bu küçüklüğümden beri ilgimi çeken bir olay. Hatta ben seslere özellikle dikkat ederim, bazen arkadaşlarıma sorarım, duydunuz mu diye? Yani bu böyle bir şey ve ben bilerek koyuyorum, istemesek bile hayatımızda var olan bir şey bu…”
Farklı pencerelere sahip olabilmek hayatı tüm yönleriyle tanıyabilmenin ön şartı gibidir.
Benim el-Gezgin lakabını takmış olduğum Lezgin bir şey görüyor ve nedenini soruyor. Yönetmen de kendi zaviyesinden bakıyor, hayatta var olan ezanın çektiği filmde de olması gerektiğini düşünüyor.
Ezan bizi günde beş defa Allah’a çağırıyor, bu modern hayatındışında da bir hayatın var olduğunu hatırlatmaya çalışıyor.
Algıda seçicilik diye bir şey vardır. Hayatın dağdağası içinde ezanı herkes duymayabilir. Kimi duyar. Kimi duyar ve dinler. Kimi duyar ve ezan yüreğinde bir esinti oluşturur ve geçer. Kimisi için ise ezan kendine gelmesini sağlayan ve kulak vermenin ötesinde icabet de edilmesi gereken bir çağrıdır.
Ezan munis bir insan sesidir.
Ezan insan diliyle yapılan bir çağrıdır.
Ezan ağızdan kulağa, gönülden kalbe yol bulabilen bir sedadır.
Bunların yanında ezan doğal vakitlerle de ilgilidir.
Işıma başlar, doğa tümüyle uyanır, horozlar öter, tüm canlılar rızıklarını aramaya koyulur. Horozların ötmesiyle ezanlar da yükselir.
Gün ortası gene tabii bir vakittir; karın doyurma ve yorgunluktan dinlenme vaktidir.
İkindi vakti de bir tür atıştırma ve ara dinlenme zamanıdır.
Güneşin batışıyla akşamın olması da gene doğal bir vakittir.
Doğal yaşamda gün yirmi dört saat değildir. Ortalık ışıyınca başlar ve kararınca sona erer.
Güneş battıktan sonra henüz işler çıplak gözle tamamlanacak kadar bir süre hayat daha devam eder.
Güneşin batışının ardından nihayet bir-bir buçuk saat gibi bir zaman sonra ortalık iyice kararır ve tüm doğa uykuya çekilir. İnsanlar da artık işlerini bitirmiş olurlar. Yemeklerini yiyip, dinlenmek ve yarın ertesi günü için dinç bir şekilde kalkmak üzere uykuya çekilirler.
Işıyınca ışıma/ kalkış namazı, gün ortasında dinlenme namazları, gün batışı ve yatış namazları…
Dikkat edilirse bunların beşi de doğal vakitlere bağlı namazlardır. İhtiyaç yahut zaruret hallerinde –hacda ve yolculuk gibi durumlarda- bu beş vakti üç vakitte toplamak (cem) da mümkündür: Sabah, gün ortası (öğle ve ikindi) ve akşam (akşam ile yatsı). Bu da gösteriyor ki ezanlarımız ve namazlarımız tamamen doğal yaşamı esas alan bir anlayış üzerine oturtulmuş bulunmaktadır.
(Bu izahların kış-yaz ve gece-gündüz farklarının anormal sayılabilecek iklimlerle ilgili olmadığı hatırda tutulmalıdır).
Buna göre sade ve doğal bir hayat sürmek isteyenlerin sühuletle benimseyebileceği bir zaman cetveli söz konusu olmaktadır.
Işımaya başlayınca başlayan ve karanlık basınca da sona eren bir hayat, ne kadar yaşanabilir ve sade bir hayat olurdu!
Gel gör ki biz günü yirmi dört saate çıkarmışız ve başlangıcını da gecenin körü (24.00) kabul etmişiz. Dur durak bilmez bir koşuşturmaca ile yirmi dört saati üçe bölmüş ve üç vardiya hiç durmadan çalışma hayatı içine girmişiz. Kimimiz yorgun argın ve aç olarak evine dönerken kimimiz de karnımızı doyurmuş olarak iş başı yapmak üzere evden çıkar durumdayız.
İşte böylesi bir dünyada üç temel ve ayrıntıları ile beş vaktin anlamı kalmamaktadır.
Düşünün şimdi: Işımış, güneş doğmuş insanlarımız hala yatakta. Niye? Çünkü mesai saatinin başlamasına daha birkaç saat var. Sonra güneş batmış, ortalık iyice kararmış adam hala işbaşında. Niye? Çünkü daha mesai saatinin bitmesine birkaç saat var.
Sabahın aydınlığı yatakta geçerken, gecenin karanlığında sanal ışıklarla hayat devam ediyor.
Yatsı namazı vakti olmuş, haydin artık namazınızı kılın ve yatın anlamında ezan okunduğu bir sırada insanlar hala o günü bitirmiş değiller, hala mesainin dolması için beklemedeler. Bu insanların eve dönmeleri, yemeklerini yiyip, dinlenmeleri ve eğer namazlarını da kılıyorlarsa kılmaları gece bir yarılarına kadar sürmektedir. Saat 10.30, 11.00 gibi sularda yatanlara kuşlar gibi erkenden tüneme takılmaları olmaktadır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki ezanlar okunuyor olsa da hatta filmlerde bile yer bulsa da hayatla at başı gitmiyor. Ezanlar, modern ve yaşanan hayata inat, ayrı bir kulvarda alternatif bambaşka bir hayatı işaret ediyor. Bambaşka dediğimiz hayat aslında olması gereken hayat. Çünkü doğal olanı o. Bununla birlikte bu işaret edilen hayatı hala sürdürebilenler artık sayılara gelebilecek kabilden.
Söz gelimi sabah namazı cemaatleri artık saf sayılarıyla değil, namaza gelenlerin sayılarıyla ifade ediliyor.
Cumalar kalabalık olmasına rağmen hayata katılanların tümü dikkate alındığı zaman katılım oranı gene çok yüksek değildir. Çünkü cumalara toplanan bunca cemaate rağmen dışarıdaki hayat aksamadan yürümeye devam edebiliyor.
Mesailerimiz de ezanlar gibi doğal vakitleri esas alsa, tatilimiz Cuma olsa yapılan çağrıları duyup da icabet edenlerin sayısı aynı mevcut saiklerle en az birkaç kere katlanacaktır diye düşünüyorum.
Şimdi soru şu: Acaba ezanlarımız mı hayata uyamadı? Yoksa hayat mı doğallığını kaybetti ve olması gereken tabii mecrasını şaşırdı?
Allah şaşırtmasın!